Bu zamana kadar yaptığım araştırmalarda ve okumalarımda genellikle Rahim ve Rahman enerjileri üzerine yoğunlaştım. Çağımızın modern diliyle söylersem, eril ve dişil enerji üzerine çalışmalar yürütürken uzun süre şu düşünceyi savundum:
Aşkın var olabilmesi için bir eşe ihtiyaç vardır.
Fakat artık bu düşüncemi güncellemem gerektiğini fark ediyorum.
Evet, aşkı yaşamak için bir eşe ihtiyaç duyanlar olabilir. Ancak belirtmeliyim ki, aşk yapmak tek başına da mümkündür.
Buradaki “tek başına” ifadesi yalnızlık anlamına gelmez. Bu, kalabalıklardan sıyrılma hâlidir; insanın kendini en sade, en doğal, en özgür hâliyle deneyimlemesidir.
Çünkü aşk özgürlüktür.
Ve özgürlüğün kapısı teslimiyettir.
Teslim olmadan aşk olmaz; teslim olmadan aşk yaşanmaz.
Bir örnekle açıklayayım:
Eşiyle birlikte olan bir insanın, yatak odasındayken kapının açıldığını ve birinin içeri girdiğini hayal edelim. Zihin bu durumu “birinin gelmesi” olarak algılar. Bu, aslında toplumun o odaya girmesiyle aynıdır. Kişi farkında olmasa bile zihni, o dış varlığı — yani toplumu — içeriye davet eder.
Bu durum her ne kadar normalmiş gibi görünse de, aslında son derece anormaldir.
Aslında içeriye giren kişi eştir. Ancak mesele şudur:
O odada tek başına uyuyan kişi aslında yalnız değildir.
Bu, içinde eşi olan kişiden, yani kendi bütünlüğünü bulmuş insandan bahsettiğimiz anlamına gelir.
Böyle bir kişi için dışarıdan gelen “eş” artık yalnızca bir simgedir; çünkü o, kendi içinde zaten dişil ve eril yönlerini birleştirmiştir.
Fakat zihin bu bütünlüğe ulaşmamışsa, eşin odaya girmesi dahi bilinçaltında toplumun gözünün içeriye girmesi gibi algılanır. Bu da psikolojik düzeyde rahatsızlıklar, isteksizlikler ve karmaşalar yaratır.
Burada teslimiyet, bir erkeğe ya da kadına değildir.
Teslimiyet, içeride olana — içsel eşi, yani ruhun özüne — yöneliktir.
Ben burada Freud’un bakış açısından değil, aşkın saf doğasından söz ediyorum.
Gerçek aşk, özgür yaşandığında anlam bulur.
Ve eğer aşk özgürlükse, o hâlde teslimiyet onun temelidir.
Teslimiyet olmadan aşk yapılmaz; çünkü o zaman aşk bir eylem değil, yalnızca bir rol olur.
Gerçek aşk, zihinsel karmaşadan arınmış, insanın kendini ve varoluşunu tam bir bütünlük içinde hissedebildiği hâlidir.
Bu konuyu daha derin anlayabilmek için biraz daha açalım.
Yatakta yatan kişi ister erkek olsun, ister kadın, fark etmez. Burada önemli olan, kişinin kendisiyle bir bütün olup olmamasıdır.
Eğer kişi kendi içinde bütünleşmeden, hayatına başka birini — yani çok özel, çok değerli bir kurumu, örneğin evliliği veya sevgililiği — dâhil ederse, farkında olmadan kalp işgaline izin verir.
Bir kalbi işgal etmek, onu fethetmek değildir.
Bu bir zorlamadır. Çünkü teslimiyet yoksa işgaliyet vardır.
Teslimiyet yoksa zorunluluk,
Teslimiyet yoksa direnç,
Teslimiyet yoksa karşı çıkma vardır.
Dil ne kadar sessiz kalsa da, ruh bir şekilde konuşur.
Beden bir süre susabilir ama sonunda mutlaka dile gelir.
İşte bu yüzden, gerçekler bir gün mutlaka ortaya çıkar.
İlişkilerde yaşanan soğukluğun, cinsel isteksizliğin, duygusal kopuklukların temelinde de çoğu zaman bu vardır.
Kişi, kendi eril ve dişil enerjisini tanımadan, kendi içsel dengesini kurmadan bir ilişkiye girdiğinde, o ilişki zaten baştan eksiktir. Çünkü kişi kendine teslim olmadan, bir başkasına teslim olamaz.
Aşkın özü, önce kendini bilmek, sonra kendini teslim etmektir.
Bu teslimiyet dışarıya değil, içeriye; bir başkasına değil, ruhun özündeki aşka yöneliktir.
Ve işte o zaman, aşk artık bir arayış değil, bir varoluş hâli olur.
Son olarak şunu söyleyebilirim:
Eğer bir insan teslim olacaksa, yani gerçekten aşk yapacaksa, ve bunu eşiyle — evlendiği ya da sevgili olduğu partneriyle — yapacaksa, o eşin de bu birlikteliğin özünü bilmesi gerekir.
Eş, yalnızca bir beden ya da statü değil; bir bütün olmayı, tek bir ruh hâline gelmeyi bilmelidir.
Burada akla şu sorular gelebilir:
Gerçekten bir “ruh eşi” var mı?
Veya insan, ruh eşini bulamadığında mevcut eşinden ayrılmalı mı?
Bu soruların cevabı şudur:
Eğer bir insan ilişkisi içinde mutluysa, huzurluysa, dengeliyse,
kendini güvende hissediyor ve teslimiyet içinde yaşayabiliyorsa,
“ilk yaratılıştaki eşimi bulmalıyım” arayışına girmek yalnızca bir fanteziye dönüşür.
Bu arayışın kendisi, insanı hakikatten uzaklaştırabilir.
İnsan, mevcut eşiyle de huzurlu, dengeli ve teslimiyet dolu bir birliktelik yaşayabilir.
Gerçek aşk, karşındakini toplumun içinden bir yabancı olarak değil, ruhundaki yansıma olarak görebilmektir.
Onun hiçbir hâlinden, hiçbir davranışından rahatsızlık duymamaktır.
Çünkü o artık senden ayrı değildir — seninle bir bütündür.
İşte o noktada, aşk vardır.
Ve o aşk, ne bir kişiye bağlıdır ne bir zamana.
O aşk, ruhun kendi varlığıyla bütünleştiği o sonsuz hâldir.

